İngiliz tiyatro adamı Edward BondTiyatro yoksunluğu şiddeti getirir” der. Daha önce sanatla gerçek anlamda buluşmamışların bize yaşattıkları ise umut kırıcı, nefes daraltıcı. Her yanımız yaralı bereli. Hayvan katliamı sınır tanımadan gözümüzün önünde yaşanıyor. Binlerce canlı göz göre göre öldürülüyor. Sosyal medya karartılıyor, buna karşın bir iki televizyon ünlüsü sosyal medya detoksunun kendilerine iyi geldiğini savunabiliyor. Böylece gündelik yaşam içinde her şey yumuşatılmış oluyor. Burada acıtıcı olan sanatın sektörleşirken kapitale hizmet edenleri koruyup kollaması.

***

Oysa zihin ve yürek açıcı iddiasında bulunan sanatın kendisi de sansürden, hele hele kendini savunmak adına geliştirilen otosansürden de uzakta kalamıyor. 1961 yılında “Genç Oyuncular” Erdek’teki festivalde saldırıya uğramıştı. Kim miydi onlar? Geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz tiyatromuzun öncü ismi Genco Erkal vardı aralarında. Atilla Alpöge, Arif Erkin, Mehmet Akan gibi geleceğin nitelikli tiyatro adamlarıydı her biri. Geleneksel tiyatromuzun tuluat geleneğinden yola çıkarak “Vatandandaşlık Oyunu”nu oynamış; saldırıya uğradıkları yetmezmiş gibi haklarında bir de soruşturma açılmıştı. Genç Oyuncular, Sevda Şener hocamızın deyişiyle, “Sanatı birkaç büyük ayrıcalıklı kentin kültür zenginliği olmaktan çıkarıp halk kitlelerine ulaştırma yönünde önemli bir adım”dı. O dönem çekilen bir fotoğrafa bakıyorum. Genco Erkal gülümsüyor. O kuşağın inadına gülüşüyle yaralı çabasını düşününce aklıma sansürün türlü çeşitleri geliyor.

***

Haldun TanerSansür Üzerine” adlı yazısını kaleme aldığında yıl 1962’ydi. Erdek’te yaşananlardan tam bir yıl sonraydı. Taner, sansürü aynı zamanda sanata yapılan bir saldırı olarak nitelendiriyor; “Her devirde sansür, ulusal çıkar adına hareket ettiğini savunmuştur. Ama buna hiçbir zaman kendi de inanmamıştır. Aslında geleneğin, statükonun bekçiliğini sırf emrinde bulunduğu efendilerinin adına yapar. Öyle olmasa her yeni idare ile sansür ölçülerinin değişmesi gerekirdi” diyordu. Taner’in sansür adına söyledikleri hâlâ geçerliliğini koruyor. Kendisi de ilk yazdığı oyununda, bu dayatmanın kurbanı olmuş “Günün Adamı”, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda seyirciyle buluşmadan repertuvardan kaldırılıvermişti.

***

Altmış yıl sonra insan ister istemez çağdaşlık ölçütleri içinde bir şeylerin değişmesini bekliyor. Nafile! Öte yandan ülkemizde yalnızca sansür başlığıyla yola anlatılsa rahatlıkla birkaç ciltlik kitap oylumuna ulaşılabilir. Olağanüstülüklerin sıradanlaştığı bir coğrafyada nefes alma çabamızı sanatın bize sunduğu iyilikle sürdürmeye çalışıyoruz. Konser ve oyun yasakları, indirilen cam çerçeve, kundaklanan kültür ve sanat merkezleri, hatta sanat eğitim kurumları listesi hayli uzun. Yalnızca ilk elde aklımıza gelenleri kaleme almak bile içler acısı halimizi gösteriyor. Tiyatroda yaşatılan sansüre ilişkin çok daha geniş bir döküm yapılabilir. İlk akla gelenleri şöyle bir sıraladım:

60’ların başında Oraloğlu Tiyatrosu’nda sergilenen “Lady Chatterley’in Aşkı” adlı oyunun müstehcen olup olmadığının anlaşılması için savcılık tarafından bir üst kurul oluşturuldu. Benzer durum Aristofanes’in üç bin yıl önce yazdığı “Lisitrat”ya uygulanmak istendiğinde bu defa Lale Oraloğlu açlık grevine başladı.

1963’de Şehir Tiyatroları’nda oynanan Brecht'içinde “Sezuan’ın İyi İnsanı” saldırıya uğradı. Milletlerarası İcra Komitesi’nin bildirisi şöyleydi: “İstanbul Belediyesi, Tepebaşı Tiyatrosunda, Bertolt Brecht’in 1939 yılında yazdığı eser, başarı ile oynanırken birtakım geri kafalı insanların ilkel topluluklarda bile az görünen bir davranışla ve kişisel, toplumsal uygarlık duygusundan yoksun bir zavallılıkla oyuna karışmaları, bağırıp çağırmaları, oyunculara saldırmaları icra komitemiz tarafından yüz karası bir hareket olarak görülmüştür.”

1967’de Kadıköy İl Tiyatrosu, Aziz Nesin’in kaleme aldığı “Berber Nonoş” oyunun temsili sırasında otuz kadar kişinin saldırısına uğradı. Oyuncular dövülüp oyunun dekoru parçalandı. Bir yıl sonra Aydın Engin tarafından yazılan “Devr-i Süleyman”ın macerası ise daha çetrefilliydi. Yasaklamalara karşı geri adım atmayan Halk Oyuncuları, önce saldırıya uğradı, ardından oyunun sergilendiği “Küçük Opera” binası yakıldı.

Halk Oyuncuları, tiyatro tarihimizin bir başka yüz karası olarak nitelendirilebilecek başka bir olayı bu defa Tunceli’de yaşadı. Erol Oyuncak’un yazdığı “Pir Sultan Abdal” oyununun valilikçe yasaklanmasının ardından, oyunu izlemek isteyen seyirci ile güvenlik güçleri karşı karşıya geldi; iki kişi vefat etti. Niyeyse önce oyuncular gözaltına alındı.

1970’lerden sonra, yalnızca AST’nin (Ankara Sanat Tiyatrosu) başına gelenler, pek çok sıkıntı yaşamalarına rağmen tiyatro sanatını yaşatmak adına ayakta durma savaşımı mucize gibidir. Parasal açıdan sarsılmalarına karşın oyun oynama isteklerinden taviz vermemeleri de bu onurlu geçmişin bir parçasıdır. Acı’nin “Kuyu” oyunundan sonra tiyatronun kapısına mühür vurulmasına rağmen. Yine aynı yıllarda Dostlar Tiyatrosu’nun tarihi ülkemizde politik tiyatro adına ayakta kalma direnciyle birlikte yasaklar tarihiydi. Bu dönemde pek çok tiyatronun da sansüre uğradığını görürüz. Peter Weiss’in kaleme aldığı, Can Yücel’in dilimize kazandırdığı “Saloz’un Mavalı”nın başına gelenler ise trajikomiktir. 1973 yılında Weiss’a ve kitabın çevirmeni Can Yücel’e dava açılır. En sonunda yazar da çevirmen de beraat eder!

Takvim yaprakları 1989 yılını gösterdiğinde içimizi acıtan Şan Tiyatrosu yangını yaşanır. Tiyatronun gece bekçisi Niyazi Özlü yaşamını yitirir. O dönem Ferhan Şensoy,Muzır Müzikal” adlı eserini oynamaktadır.

2017 yılında Müjdat Gezen Sanat Merkezi kundaklanır. Kundakçı ilk ifadesinde, Gezen'içinde Abdülhamit Han’a dair düşüncelerini beğenmediği için bu eyleme kalkıştığını söyler.

***

Genco Erkal’ın duru ve sıcak fotoğrafına bakarken düşündüm bunları. Peki, biz bu vahim tablonun ne zaman dışına çıkabileceğiz? Ve sansürle tercih arasındaki farkı ne zaman netleştirebileceğiz? Asıl soru bu!

Kaynak bağlantısı