İnsan beyni sayılarla dolu bir hapishaneye mahkum edilmiştir ne yazık ki… Her şeyi lineer bir düzlem üzerinde hep sayılarla işaretler. Anılar da sayılarla işaretlenmiş, bilgiler de, duygular da… “1990 yılıydı, aylardan haziran, herhalde bir perşembe günü…” İşte beyin arşivinde bir anıyı ancak bu şekilde aramak mümkün. Resimlerin arkasına günün tarihini atma ihtiyacının da temelinde o anıyı işaretlemek isteği yatar. Çünkü hatırlamak için sayısal veriler gerekiyor. Birinin yaşını öğrenmek ya da tahmin etmek çok önemli. Çünkü verilecek olan tepkiler de, kişiyle ilgili oluşacak duygular da yaşa göre şekillenecektir değil mi? Saatler de çok önemli keza. Keyifle geçirilmiş mutlu anlarda saate bakarak, “Eyvahlar olsun saat çok geç olmuş!” diyerek yaşanan keyfi de, güzel hisleri de boğazına dizen çok insan görmüşümdür. Hayallerine bakarak, “Bunun için henüz çok gencim” diyeni de var, “Bunun için artık çok yaşlıyım” diyeni de… Oysa sayılar hapishanesinin dışında kocaman bir his ve güç alanı var.

HAYATTA BİR AMACINIZ OLMALI

Bir şair şöyle demiş: “Yaşlılık ne saçın ağarması ne de belin bükülmesiymiş. İnsanın hayat gayesinin bitmesi, umudunun tükenmesiymiş…” Şairin bu sözleri bize yaşlılığın fiziksel belirtilerle değil, ruhun ve zihnin durumuyla alakalı olduğunu gösteriyor. İnsanın hayatta bir amacı olduğu sürece, yaşlanmak yalnızca bir rakamdan ibarettir. Sayılar yanıltıcıdır. Bu hapishaneden özgürleşmek gerekir. Bu tamamen zihinsel bir yanılsamadır. Bir şeyin olması ya da olmaması, gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi insanın yaşına, saatin kaç olduğuna, takvimlerin hangi günü gösterdiğine bağlı değildir. Mesela Kristof Kolomb, Amerika kıtasını keşfe çıktığında elli yaşını geçmişti. Pasteur yüz binlerce insanın hayatını kurtaracak olan kuduz aşısını bulduğunda altmış yaşını aşmıştı. Mimar Sinan, Süleymaniye Camii’ni bitirdiğinde yetmişinden fazlaydı. Selimiye Camii’ni tamamladığında ise seksen altı olmuştu. Galileo, Ay’ın günlük ve aylık çizimlerini yaparken yetmiş üç yaşındaydı. Charlie Chaplin, yetmiş altı yaşında film yönetmenliği yaparak hâlâ işinin başındaydı. Goethe, en büyük eseri Faust’u ölümünden bir yıl önce, yani seksen iki yaşında bitirmişti. Anna Mary Robertson Moses, bilinen adıyla Grandma Moses, yetmiş sekiz yaşında resim yapmaya başlamış ve sanat dünyasında büyük bir üne kavuşmuştur. Onun eserleri, yaşamının ileri dönemlerinde bile insanın yaratıcılığını ve yeteneklerini ortaya koyabileceğinin en güzel örneklerindendir. Diana Nyad, altmış dört yaşında, Küba’dan Florida’ya yüzerek geçmeyi başaran ilk kişi olmuştur. Bu başarı, dayanıklılığın ve azmin yaş sınırı olmadığını kanıtlayan önemli bir örnektir. Frank McCourt, ilk kitabı “Angela’nın Külleri”ni yayınladığında altmış altı yaşındaydı. Bu kitapla Pulitzer Ödülü kazanmış ve edebiyat dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştır.




YAŞ SAYIDAN İBARETTİR

Dünyanın en yaşlı maraton koşucusu olarak bilinen Fauja Singh, ilk maratonunu doksan üç yaşında koşmuştur. Yüz yaşında Toronto Waterfront Maratonu’nu tamamlayarak tarihe geçmiştir. Dünyanın en yaşlı üniversite mezunu olan Nola Ochs, doksan beş yaşında Kansas State University’den mezun olmuştur. Tüm bu örnekler bize yaşın sadece bir sayı olduğunu, insanın tutkusunun, arzusunun ve yaşam enerjisinin olduğu sürece istediklerini başarabileceğini gösterir. Yaşın ilerlemesi, insanın potansiyelini ve yeteneklerini sınırlayan bir faktör değildir. Hatta tecrübe, bilgi ve bilgelik ile daha büyük başarılara imza atmak mümkündür. Yaş, fiziksel sınırlamalar getirebilir, ancak bu sınırlamalar insanın zihinsel ve duygusal kapasitesini azaltmaz. Bilakis, yaşanmış yıllar boyunca biriken tecrübeler, bilgi ve anlayış, insanı daha derin ve zengin bir bakış açısına sahip kılar. Yaş almış bireyler, hayata dair daha olgun bir perspektifle hareket ederler ve bu da onların başarıya giden yolda daha kararlı ve bilinçli adımlar atmalarını sağlar. Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ancak görüş alanınız genişler.

Kaynak bağlantısı