Melih Cevdet Anday’ın, “kimi zaman bir sözcükten yola çıkarım/ aç kalmış güzel bir kurttur o” dizeleri yazı ve düşünsellik ilişkisini her zaman gözetir. Böyle bir alana girmek mücadele etmenin de başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Oysa bizim ülkemizde genel geçer bir inanış vardır: Yazı ve şiir kaleme almak ilahi bir kudretle sayfalar dolusu yazmakla, esin perisiyle hesaplaşmakla mümkündür. Günlerce yazı eylemine geçmek adına beklenir. İşin düşünselliği geri planda kalınca da anlık sanrılarla yazınsal denemeler ortaya çıkacağı varsayılır. Böylece hiçbir zaman eyleme geçilemeyen, yazı düşüyle harcanan hayatlar karşımıza çıkar.

*

Marquis de Sade’ın hayatının anlatıldığı, “Düşlerin Efendisi” filminde, yazar olmanın önkoşulu olan yazma eylemine sabırla bağlılık sinema diliyle özetlenir. Sade, yaşamaya mahkûm edildiği hapishanede, elinden kalemi alındıktan sonra, çarşafa kanı ve dışkısıyla, son olarak da bedenine tasarımlarını aktarır. Çılgınca yazma isteğinin, insanı hayrete düşürecek yoğunluktaki emeğin ardında kuşkusuz var olma çabası ve kendini adlandırmaya yönelik sınırsız bir arzu bulunur. Önemli olan bu uçsuz bucaksız çabayı izleğe, düşünselliği geniş bir alana oturtmaktır.

*

Önceki gün bu ülkenin çok değerli aydınlarından Füsun Akatlı’nın aramızdan ayrılışının on dördüncü yılıydı. Günlerin ne çabuk geçip gittiğine hayret ettim. Onun vefat haberini aldığımda Aliağa’da bir paneldeydim. Bir felsefeci-yazarın, bu ülkenin koşullarında iliklerine kadar hissettiği hüzne rağmen, hiç durmadan kitapların arasında ömrünü yazınsal eleştiriye, denemeye, tiyatro sanatı kuramına, ülkedeki toplumsal sancıya adamasının sırrını sorgulamaya çalışmıştım. Cenaze törenine katılmak için yola çıktığımda şu sorular bana eşlik ediyordu: Yazmak bir sağaltım mıdır? Zaman zaman umutsuzca da olsa paylaşmanın verdiği gülümseyiş midir? Yahut bir entelektüelin ömür boyu sürdürdüğü yazı arkadaşlığını bitiremeyişi midir? Bu noktada eleştirinin de sadece bir ölçüp biçme işi değil, aynı zamanda bir yaratıcılık çabası olduğunu da vurgulamak gerek sanırım.

*

Onun yazı bahçesindeki bütün harflerin izinden düşünselliği olabildiğince derinleştirmeye çalışarak geçtiğini söyleyebiliriz. Üstelik bir kitabına adını verdiği “Kültürsüzlüğün Kışı”nı şimdilerde en şiddetli, hatta hiddetli haliyle yaşarken. Kendisi de şöyle söylüyordu: “Felsefe okudum, edebiyatla haşırneşir oldum. Bu alanlar, dünyayı, hayatı ‘göründüğü gibi’ değil de ‘olduğu gibi’ kavramaya yöneltir kişiyi” Gerçekten de onurlu ve üretken bir yaşamın ardından kaleme alınmış yazıların her biri hayata ve insana, topluma hatta kendisine dönük olarak bakmasını bilenlere yeni olanaklar sundu.

*

Füsun Akatlı, insanın kendine doğru yapacağı her yolculuğun yaratıcı özüyle mutlaka buluşacağını savundu; “çaba” sarf etmenin ilk eylem olduğunu, dökülecek terin hiçbir zaman boşa gitmeyeceğini belirti; yazma uğraşında çaba harcayanlar için de ağırbaşlı bir yöntem sundu. Aramızdan ayrılmadan kısa bir zaman önce gazetemiz Cumhuriyet’te yazılar yazmaya başlamış, ince zekasıyla birikimini bir kere daha bütünleştirmişti. Yazdığı hemen her şeyde “bilimcilik” oynamak yerine “bilgi üretme” çabası içindeki tam bir aydının farklı disiplinlerden damıttıkları vardı: Felsefede, edebiyatta, tiyatroda, müzikte ve hatta kent kültüründe…

*

Ne var ki Sivas katliamında kızının babası Metin Altıok’un kaybı onda derin izler bıraktı. Bugün bütün kavramlar alaşağı edilirken, var olan somut gerçeklik farklı alanlara kaydırılmaya çalışılırken yokluğunu derinden hissediyorum. Şunu da ekleyeyim: Özellikle Sivas katliamının yorumlanmasındaki sıkıntıları net bir biçimde ortaya koyan iki yazı yayımlandı Cumhuriyet’te geçtiğimiz hafta. İlki Hidayet Karakuş'Ve “Aydınlıkla karanlığın savaşı”diğeri de Ergin Yıldızoğlu'rahibe “Sivas’tan Kayseri’ye ince bir çizgi”ydi. Son zamanlarda okuduğum en kuvvetli saptamalar ve itirazlardı. Yaşasaydı Füsun Akatlı da aynını düşünürdü, eminim.

Kaynak bağlantısı