Almanya’da 1970’li yıllarda yaptıkları kitlesel epey korku salan Kızıl Ordu Fraksiyonu veya kurucularıyla bilinen ismiyle sol görüşlü terör örgütü Baader-Meinhoff Grubu, Batı’da soğuk savaş sonrası güçlenen finans-kapital temelli demokratik düzene karşı en ciddi tehditlerden birisi olarak görülüyordu.

Bunun başlıca nedeni yaptıkları kanlı eylemler ve işledikleri adi suçlara karşın çok sayıda destekçi toplamalarıydı.

Nitekim örgütün yaşamöyküsünü anlatan 2008 yapımı The Baader Meinhof Complex (Bir Terör Filmi) isimli yapım aradan geçen 30 yıla karşın genç kuşakların epey ilgisini çekmişti.

Örgütün kurucularından Ulrike Meinhoff’un söylediği ve siyasi sinema literatüründe de önemli bir yer edinen bir söz vardı:

Eğer bir taş atarsanız bu cezalandırılması gereken bir eylemdir, eğer 1000 taş atılırsa bu politiktir. Eğer bir arabayı ateşe verirseniz bu suçtur, eğer 1000 araba yakılırsa bu politiktir.

Meinhoff’a atfedilen bu söz bir eylemin içeriği ne kadar şiddet içerirse içersin eylemin kitlesel bir yayılımı varsa bireysel bir suç olarak tanımlanamayacağını betimliyordu.

Biraz daha açarsak bir suçun kitlesel bir niteliği varsa o suçu neden-sonuç ilişkisi içindeki bir sosyoekonomik sürecin yansıması olarak değerlendirmemiz gerektiğini anlatıyor bu söz.

20. yüzyıl Avrupası, Soğuk Savaş’ta ABD’nin egemen olduğu ideolojinin tarafında yer almış ama “Doğu”sunu Sovyetler’e kaptırmış olması nedeniyle coğrafi ve demografik bir sıkışmışlık içindeydi.

Dönemin filmlerine, metinlerine ve anlatılarına bakarsanız kapitalist sermaye demokrasisini sosyalist otoriterliğe tercih eden Avrupa’daki pek çok başkentin Sovyet estetiğinden fırlamış mimarileri ve görece gri bir donuklukları olduğunu görebilirsiniz.

Bu durum yarattığı kültürel sıkışmışlıkla tüm kıtayı etkiliyor ve Batı’dan Doğu’ya dalgalarını gönderen Radio Free Europe’un (Özgür Avrupa Radyosu) tersine Doğu Anvrupa’nın Batı’daki karşılığı kent gerillaları ve kanlı eylemlerdi.

O yılların kitlesel suç yaklaşımı kendini fark edilir biçimde diğer suç kategorilerinden uzaklaştırıyordu.

İdeolojik veya daha çok bilinen biçimiyle siyasi suç kavramı içerik olarak “adi” sınıfından suç işleyen ama bunu ideolojik amaçla yapan bireyler için de geçerliydi.

Sizin de bildiğiniz gibi bu dönem Türkiye’de de pek çok iz bıraktı. Hatta bugün bile siyasi bir suçla hapis yatmakta olan bireyler için uğradıkları en ağır muamelelerden birisi hem güvenlik hem de konum açısından adi suçlularla aynı koğuşta ceza çekmek olarak görülür.

Ancak suçun kitlesel boyutunun böylesi içselleştirilmesi iki birbirine zıt yaşam biçiminin aynı kıtaya sıkıştığı ve kavramsal uçurumların zirvede olduğu yıllardan kalan bir kültürel hafıza.

Sonrasında Sovyetler bir güç olmaktan çıktı, dağıldı, duvar yıkıldı. Sosyalizm pençesinde yıllarca kavrulan Doğu Avrupa özgürlüğüne kavuştu! Ve kavuşur kavuşmaz kapitalist çarkların için hızlı bir ekonomik batış ve kültürel yozlaşma ile yüzleşti.

Onların bu çöküşü belki Batı’nın zaferi anlamına geliyordu ama fikirsel zaferlerine sevinemeden mağlup, Radio Free Europe’un yaydığı dalgalardan etkilenmiş ve zaferden pay almak isteyen göçmenlerle karşılaştılar.

Ne de olsa ortada bir ideoloji kalmadığında kültürel yağmacılığın kendisi bir ideoloji pekala olabilir.

Bugün, o solukluğunu atmış futuristik mimari ile tanışmış ve içlerinden kozmopolitlik nehirleri taşan Avrupa başkentlerinde en çok dikkat çeken ve korkulan suç görüntüleri göçmenlerden geliyor.

Ancak bu suçların içeriğinden bağımsız olarak ortaya çıkan söylem ve göstergeler şunu gösteriyor: Bizi yıllarca yoksulluğa mahkum ettiniz şimdi biz sizin her türlü kültürel zenginliğinizi yağmalayabiliriz…

Bu söylem göçmenlerin kendisinden gelen bir söylem değil tam tersine Batı’nın toplu suçluluk duygusu üzerine oturttuğu pozitif ayrımcılık felsefesi üzerinden inşa ediliyor.

Pozitif ayrımcı bir yaklaşımla dezavantajlı olarak görülen toplulukların kendi kültürel değerlerini koruyarak asimile edilmeden toplum değerleri ile buluşması düşüncesi kendi başına bir tartışma konusu.

NAPOLEON VE ARAP SERMAYESİ

Öte yandan Mısır’ı yağmalayıp Louvre Müzesi’nin temelini atan Napolyon ile İtalya’nın sofistike markalarını sonsuz kaynaklarıyla ele geçiren ve tasarım ilkelerini yerle bir eden Körfez sermayesi arasında tarihsel bir bağ kurmamak da pek zor.

Nitekim Baader-Meinhoff’un Almanya’da sosyalizmi illegal çizgiye çekerek gerilettiği düşünülüyordu oysa örgüt üyeleri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) silahlı eğitim kamplarında gayri nizami harp taktikleri öğrenmiş burjuva çocuklarıydı.

Filmde de betimlendiği üzere örgütün kadın üyeleri kampta üstsüz güneşlenmek istemiş ve tabii ki hoş karşılanmamışlardı.

Avrupa ve ABD’deki sol hareketlerin başlıca sorunu üniversiteli, varlıklı veya en azından belli bir kültür seviyesindeki kitleler tarafından temsil edilmesi olarak görülüyordu. Kapitalizmin yarattığı ekonomik yoksulluk ve kültürel yoksunluğu pek de bilmiyorlardı.

Göçmenler ise herhangi bir ideolojiyi egemen kılmak için Avrupa’ya gelmediler ancak yoksulluğun yoksunluğun ne demek olduğunu gayet iyi biliyorlar.

Burjuva ve yoksulluk demişken 31 Aralık 1999’a Taksim Meydanı’na gidelim mi? Yeni yıla girilmesine birkaç saat kalmış meydan hınca hınç dolu.

Derken kalabalığın içinden bir grup bugünkü The Marmara Oteli’ne yöneliyor, ellerindeki taşları otele fırlatıyorlar, “Kahrolsun burjuva” sloganları eşliğinde ortadan kayboluyorlar.

Ertesi gün grubun Kasımpaşa’dan geldiği öğreniliyor. Türkiye’deki sol görüşlü yayınları heyecanlandırıyor bu olay. Üzerine analizler yapılıyor, halkın sınıf bilincine yavaş yavaş eriştiği öngörülüyor.

Sonrasında Türkiye’ye sosyalizm gelmedi, bugün hâlâ oturmayan sınıf bilinci üzerine tartışmalar sürüyor. Ancak Kasımpaşa’dan gelen birileri “kahrolası burjuva”nın öznesi olduğu mağduriyet öyküsüyle ülkeyi yönetiyor.

Kaynak bağlantısı