2014 Aralık’ında bir sokak köşesinde bekleyen yavru bir kedi yanından geçen bir kadını tedirgin ve ürkek adımlarla takip etmeye başlıyor. Bu durumu fark eden kadın, bu takibin uzun süre devam etmesi üzerine onu işyerine götürüyor. İşyerindeki çalışanlardan biri bu kediyi ev arkadaşı yapıyor.

Kediyi getiren kadının ve onu ev arkadaşı yapan kişinin de içinde bulunduğu bir arkadaş meclisinin Spinoza’nın Ethica adlı eserinde tanımladığı 48 duygudan hareketle gerçekleştirmeyi planladıkları kapsamlı bir etkinlikten dolayı kediye Kırksekiz adı veriliyor. Ki kısa süre sonra aynı eve yerleşecek ikinci kedinin ismi de Duygu olacaktır.

Sonrasında bu kedi sayesinde söz konusu arkadaş meclisindeki insanlar, kedilerle ilişkilenen bir hayat yaşamaya başlıyorlar. Ve yıllar içinde bu meclisteki her insan, evlerini kedilerle paylaşır ve sokaktaki kedi, köpek ve kuşlara ilişkin bakım ve besleme faaliyetleri yürütür halde buluyorlar kendilerini.

Bununla da bitmiyor; kedilerle başlayan bu ilişki zaman içinde insan dışı tüm hayvanlara yöneliyor ve bu şekilde meclisteki her insanın bilgi, birikim ve duyarlılıkları artıyor. Hayvan hakları mücadelesinin önemini fark ediyorlar zamanla ve hemen hepsi süratle vejetaryen oluyor önce, sonra bir kısmı vegan da oluyor. En nihayetindeyse bu mücadele alanında yol alan pek çok isimle tanışıyorlar giderek ve bu insanlarla birlikte türcülük ve veganizm üzerine kapsamlı bir etkinlik yapmayı da başarıyorlar…

Duygu, yıllar önce yaşama veda etti, Kırksekiz ise sadece üç gün önce…

***

Ben bu öykünün en kuytu köşesinde bulunan insanım. Kırksekiz’in başlattığı öykü sayesinde yüzlerce kedi, köpek ve kuş kaliteli bir hayat yaşadı, yaşıyor. Bense ancak 5-6 yıl önce hayvan hakları konusundaki cehaletimi fark edebildim. Birçok çağdaş filozofun hak kavramının sadece görev ve sorumluluk üstelenebilen varlıklar için kullanılabileceğini öne sürerek ciddi bir entelektüel gerileme olarak gördükleri hayvan hakları kavramının uygarlık için ne denli can alıcı bir gündem olduğunu ise ancak üç, dört yıl önce idrak edebildim.

İnsan dışı hayvanlar nasıl yaşar, nasıl düşünür, nasıl hisseder ve neden bizlerle ilişkilenir? Bu sorulara yanıt verebilmek için kendimizi onların yerine koyma, derilerinin içine yerleşme olanağımız yok elbette. Ve elbette metafizik açıklamalarla yetinecek bir çağda da yaşamıyoruz. Bu yüzden Thomas Nagel gibi filozoflar yarasa olmayı anlamamızın asla mümkün olmadığını dile getirirken önemli ölçüde haklıdır. Ancak mesele onları anlamamız ya da anlayamayacak olmamız değil, onlarla birlikte nasıl yaşayabileceğimizi kavramamızdır.

21. yüzyılda ölmeye ve öldürmeye değil de yaşamaya ve yaşatmaya katılan bir varlık olmaya çabalayan insanların düşündüğünü zannettiği konuları bile henüz hiç düşünmediğini fark etmesi gerçekten çok acı bir durumdur. Çünkü birçok çağdaş filozofun zannettiğinin aksine hayvan hakları kavramı ciddi bir entelektüel gerilemenin değil ciddi bir entelektüel sıçramanın göstergesidir!

İnsan dışı hayvanlarla olan ilişkilerimizin insan olma anlayışımızı genişletmek için paha biçilemez bir olanak olduğunu görebilecek gözlerimiz çoktandır var. Şimdi, bu olanaktan faydalanabilme zamanıdır; şimdi hak kavramını görev ve sorumluluk üstlenebilen varlıklara ait bir kavram olmaktan, yani sadece insana özgü bir kavram olmaktan çıkarma zamanı…

Elbette bunun için yepyeni düşünmelere ihtiyacımız var. Fakat bu zannedildiği kadar da zor değil kanımca, şayet hissedebilen varlıklar olarak aramızdaki uzaklıklara değil apaçık yakınlıklara odaklanırsak birer insan olarak insan dışı hayvanlarla ilişkilerimize yönelik yepyeni kavramlar üretebilir ve mevcut kavramlarımızı bu yakınlıklar üzerinden yeniden ele alabiliriz.

Bilinçli bir varlık olan insanın yaşamını değerli kılan şey kuşkusuz ki yaşama anlam katabilme becerisidir. Anlamlı bir hayat, sosyal medya çağımızda birçoğumuzun zannettiğinin aksine göz kamaştırıcı bir gösteri sunmaktan değil duyarlılıklarımızı geliştiren öykülerden geçer.

Spinoza, Ethica’daki son önermesinde mutluluğun erdemin bir ödülü değil kendisi olduğunu belirtiyor. Yani erdemli öykülerin sonunda mutluluğa ulaşmıyoruz, o öykülerin içine girdiğimizde ve içinde kalabildiğimizde mutlu oluyoruz demektir bu. Şu hâlde mesele bir öykü yazarı olmak değil, bir öyküyü başlatmak da değil, başrol oyuncusu falan olmak hiç değil, bir öykünün içinde olabilmek ve öykülere açık olabilmek, işte bütün mesele bu! İşte Kırksekiz’in küçük bir kedi olarak var etmeyi başardığı öykü de bunlardan sadece biri.

Bir son not olarak belirtmeliyim ki, 48 Duygu projesi henüz hayata geçirilemedi, ancak mutlaka geçirilecek. Genişçe bir canlı yelpazesi olarak nefes alıp verdiğimiz bu gezegende içinde olabileceğimiz binlerce güzel öykü var. Öyküsüz yaşamlardan uzak durun!

Kaynak bağlantısı